Tam bir asır önce koskoca Balkanlar'ı kaybettik. Hatta, Edirne'yi bile Bulgarlara teslim etmiştik. Rumeli, Osmanlı'nın ana vatanıydı, sıklet merkeziydi. Koca imparatorluk o güne kadar pek ilgilenmediği Anadolu'ya sıkışmak zorunda kaldı. Bu kadar büyük bir felaketten daha büyüğü de varmış: Yedi yıl sonra son sığınak olan Anadolu da işgal edildi. Üzerimize koskoca bir tarih yıkıldı, altında kaldık.
İçinde yer aldığımız İslâm medeniyetinin, 15 asırlık tarihi boyunca o güne kadar karşılaştığı iki büyük işgal vuku bulmuştu. Birincisi 9. asırdan itibaren İslâm dünyasını boydan boya işgal eden kadim bilim ve felsefedir. Yunan, İran ve Mısır'ın kadim felsefe metinleri tercümeler yoluyla İslâm dünyasına yayılınca her şey birbirine karıştı. Ancak siyasî otorite sağlamdı. İslâm dünyasının âlimleri bu işgalden yepyeni sentezler ürettiler. İslâm medeniyeti adını verdiğimiz göz kamaştırıcı tecrübe, bu sentezin ürünüdür. İkinci işgal hamlesi 13. asrı başından sonuna kadar kaplayan fizikî bir tehditti. Vahşi Moğol orduları İslâm dünyasında taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadı. Çekirge sürüsü gibi her yeri istila eden Moğollar sadece Mısır önlerinde durdurulabildi. Vahşi katliamlardan geriye medeniyeti ile birlikte yanmış-yıkılmış bir İslâm dünyası kaldı. Osmanlı'nın soluğu yetişene kadar bir daha kendini toparlayamadı.
İslâm dünyasının Batı ile ilişkisi aslında ezberlediğimiz kalıpların dışındadır. Haçlı seferleri İslâm dünyasını ancak kısa bir süre taciz etmiştir. Asıl Moğol darbesi yıkıcı olmuştur. Osmanlı'nın çöküşünü başlatan vurucu darbe asırlarca cebelleştiği Batı'dan değil, Kuzey'den Rusya'dan bile değil; kendi içinden Güney'den Mısır'dan gelmiştir. Kütahya'ya kadar gelen Mısır orduları, Batı ile başlayan eşitsiz ilişkinin de sebebini oluşturmuştur. Yüz yıl önce Balkanlar'ı Batı'ya kaptırmadık. İttihatçıların komitacılık hevesleri yüzünden Balkan çetelerine teslim ettik. I. Dünya Savaşı'nda muharebeleri kazandık ama harbi kaybettik. Anadolu işgal edildiği zaman asıl savaşı kendi içimizde verdik.
Aradan geçen bir asırda çok şey değişti. Her nesil kendi dönemine bir kırılma anı olarak bakar. Yanılınca zararı yok; ama kaçırırsanız çok şey kaybedersiniz. Tarihin kırılma anını yaşıyoruz. Biz eski biz değiliz. Batı eski Batı değil. Dünya çok farklı bir istikamete ilerliyor.
Türkiye on yıldır, kendi tarihi ve medeniyeti ile üstelik kendi arasında kavgalı olmayan bir devlet iktidarı tarafından yönetiliyor. Bu on yılı, on beş asrın bir uzantısı olarak okuduğunuz zaman devamında gelecek olanları hissedebiliyorsunuz. Mısır'da Mursi'nin giriştiği seri hamleler, Türkiye'nin açtığı yolun genişlediğini gösteriyor. Batı'nın İslâm dünyası ile kavgaya değil uzlaşmaya ve birlikte yaşamaya ihtiyacı var. Çünkü dünyanın o kısmı da kendi tarihini tüketiyor.
Bir asır sonra torunlarımızın torunları muhtemelen Çin ve Hint medeniyetinin görece üstün vaziyette olduğu bir dünyada yaşayacaklar. 22. yüzyılın Müslüman aydınları, Uzakdoğu medeniyetine nüfuz etmiş olacaklar. Antik Yunan'la başlayıp, Hıristiyan teolojisi ve Aydınlanma felsefesi ile devam eden Batı düşünce tarihi yerine, klasik Çin metinleri ile başlayan ikili bir dünya tasavvuru ile tanışacaklar. Gautama Buda'nın Mokşa inancını sorgulayacaklar. Batılı bilim ve felsefeden çok farklı bir sisteme sahip Zen düşüncesini çözümleyecek ve cevaplar getirecekler. Hollywood filmleri yerine Bollywood filmlerini izleyen bir topluma hitap edecekler.
Ne biz eski biziz; ne de Batı eski Batı. Tarih, bulunduğumuz yerin, yani dünyanın merkezinin doğusunda hızlanıyor. Belki de iki asırdır Batı'ya karşı harcadığımız enerjinin bir benzerini önümüzdeki bir asır boyunca Doğu sınırımıza duvarlar örerek harcayacağız.
15 asrın bize gösterdiği üzere siyasî açıdan sağlam, kültürel açıdan zengin olmamız lazım. Siyasetini istikrar içinde yürütmek üzere iktidar mücadelesinin kurallarını yerleştirmiş bir demokratik sistem ve her türlü düşünceye ve eleştiriye açık bir özgürlük ortamı. Geleceğe hazırlanmak adına üzerine titreyeceğimiz iki vazgeçilmez alan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder