18 Ağustos 2012 Cumartesi

Abdullah Aymaz-İçimizi acıtanların sırrı


 Abdullah Aymaz 
İçimizi acıtanların sırrı
Tarihimiz adına okuduğumuz bazı yazılar içimize burkuntu salarken, bazen de çok sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz tarihi şahsiyetlerimiz hakkında vicdanımızı yaralayan, içimize bir kaktüs gibi oturan olaylar bizi çıkmazlara sürüklemiştir.

Hiç unutmuyorum, bir bayram vaazına gelen, kafası karışık bir liseli arkadaşımın namazdan sonra "Ya hocanın anlattığı neydi öyle? Mevlana böyle bir şey söylemiş olabilir mi?" sözü karşısında yüzüm kıpkırmızı kesilmişti. Zaten bir kenarda bir kasaba vaizinin anlattığı şeyleri dinlerken de saklanacak yer aramıştım ve arkadaşımın bunu benim yüzüme çakacağını biliyordum. Peki, neydi bu utandırıcı sözlerin sırrı?
Bazı oryantalistlerin, içlerini boşalttıkları tezkirelere, büyüklerimizin eserlerine soktukları iftiraları bir akademisyenin kaleminden okumak beni cidden rahatlattı. Onun için Süleyman Demirel Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Menderes Coşkun Bey'in tebliğlerindeki tespitlerinden bazı bölümleri aktarmaya çalışacağım. Bilhassa el yazmalarımızın bulunduğu kütüphane görevlilerimize çok büyük iş düştüğü kanaatindeyim; çok hassas olmaları gerekiyor:

"Zihinleri şekillendirmek için doğruları çarpıtarak veya uydurma belgelere dayanarak eser yazma faaliyetleri 19. ve 20. asırda hız kazanmıştır. Hatta bu faaliyetler için bürolar kurulmuştur. Bunların gizlenemeyenlerinden birisi Wellington Evidir. İngiliz propagandacılarının, Wellington Evinde Türkler aleyhine yayın yaptıkları, eser ve makaleler yazdıkları ortaya çıkarılmıştır. İngilizler, Hindistan Müslümanlarının Türklere karşı olan sempatilerinin kırılması için Türklerin ne kötü ve ahlaksız bir millet olduğunu anlatan yayınlar yapma lüzumunu hissetmişlerdir (Mc Carthy, Justin, 2002:470). Yazı ve eserlerdeki bilgiler ferman, fetva, harita, seyahatname gibi sahte belgelere dayanmaktadır. (...) Sonuç olarak, Türk ilim adamı, eski Türk toplumu ile ilgili olumsuz bakış açılarına malzeme sunan eserleri tenkit etmekle sorumludur. Eski eser kütüphanelerinin bir hazine olduğu doğrudur; ancak bu hazinedeki mücevherlerin bazılarının sahte olabileceğinden şüphe etmek Türk okuyucunun en tabii ve en asil hakkıdır. Özellikle 18. Asırdan itibaren Türk kültürünü tanımak ve şekillendirmek için hayatlarını feda edercesine çalışan iyi bir eğitim alan ve ilim adamı, subay, öğretmen, derviş, mürebbi v.s. bir sıfatla Türklerin siyasî, ictimaî ve ailevî hayatını öğrenmeye ve çözmeye çalışan ve dilindeki arkaik kelimelerine kadar her şeylerini derleyen insanların bazıları, bu hazinelere bıraktıkları sahte fakat göz alıcı cevherleri tespit etmek gerekmektedir. Zira Mevlâna'nın Mesnevîsi gibi herkesin bildiği bir esere bile uydurma bir cilt ilave edilebilmiştir. Üstelik bu uydurma cilt, meşhur bazı âlimler tarafından saygıyla şerh edilmiştir. Mevlana ise kendi adına yapılan uydurmalardan ve uydurmacılardan 'bîzar' olduğunu söylemektedir. Eser tenkidi, hem ilmin hem de mazinin dilsiz insanlarının onurunu korumak için yapılmalıdır." (Bu yazının ilk şekli Gazi Üniversitesi Araştırmaları Merkezi tarafından 11-13 Mayıs 2005 tarihlerinde tertip edilen "I. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu"nda bildiri olarak "Türk Kültür Kaynaklarının İç ve Dış Tenkidi Meselesi" başlığı ile sunulmuştur.)
Osmanlı'yı ve milletimizi kötülemek ve ne kadar câhil, zâlim ve ahlaksız bir millet olduğumuzu göstermek için uydurma belge ve eserler imal ettiklerine bir delil, meşhur Ziya Paşa'nın ağzından sızan ve 21 Şubat 1932 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir hatıra yazısında bulunmaktadır: "Ziya Paşa son derece güç durumda bulunduğu bir gün misyonerlerden birisi kendisine gelerek 'büyük para karşılığında, -lâkin devletin ve milletin menfaatlerini zedeleyebilecek tarzda, isimsiz, imzasız bir kitap yazması...' teklifinde bulundu." Paşa'nın bu teklife karşı cevabı şöyle olur: "Efendi! Siz beni, paraya; dinini, ismini, milliyetini satar bir adam mı zannediyorsunuz?"
Böyle bir teklifi Ziya Paşa kabul etmese de, zevkle yapacaklar maalesef çıkacaktır...
Abdullah Aymaz-Zaman    19 Ağustos 2012, Pazar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder