4 Aralık 2012 Salı

Halep kimler kimler demekti - İskender Pala

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Halep kimler kimler demekti...

Eskiden Halep deyince aklıma kumaşlar, çarşılar, bezirganlar, kervanlar, yollar ve zenginlik gelirdi.
2012’de artık kurşunlar, havanlar, toplar ve gülleler geliyor. Ve sonra düşünüyorum, bir zamanlar Halep’te Alparslan yaşamıştı, Matrakçı Nasuh yaşamıştı, Özdemiroğlu Osman Paşa ile İpşir Paşa yaşamıştı. Evliya Çelebi kitabında Halep’i anlatmış, orada kısa müddet kalan birileri bile övünmek için “Ben Halep’te iken…” diye söze başlamayı övünç saymışlardı[1].
    Dedik ya, Halep, Alparslan demektir. Eski tarih kitapları, Sultan Alparslan’ın vasiyet ederek babası Çağrı Bey’in mezarının yanına gömülmeyi istediğini yazarlar. Çağrı Bey’in mezarı Merv bölgesindedir, eğer vasiyet yerine getirilebilmiş ise Alparslan da orada olmalıdır; gel gelelim Halep Kalesi’nde yine de Alparslan’a ait bir  mezar mevcuttur.
    Halep Matrakçı Nasuh demektir. Çünkü onun minyatür-harita karışımı kendine has kuşbakışı görüntü ve profil çizim üslubuyla oluşturduğu eserleri içinde en görkemlisi Halep’tir. Eserinde Halep’in Kanuni dönemindeki (halen harap edilmekte olan) bütün binaları ve hatta evleri tek tek görülebilir. İnsanların duyarsızlığı yüzünden Halep’ten geriye yalnızca Matrakçı Nasuh’un çizimleri kalırsa eğer, gelecek kuşaklar bu çizime bakarak kaybettikleri güzellik için yas tutacak ve o yas sırasında belki de bu katliama dur demeyenleri lanetle anacaklardır.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Alevi acısı - Taha Akyol



Alevi acısı

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün talimatıyla Devlet Denetleme Kurulu (DDK) Madımak olayını araştıracak.

Bu, adli bir araştırma olmayacak. DDK’nın böyle bir yetkisi olmadığı gibi,
2 Temmuz 1993’te meydana gelen faciayı ‘adli’ yönleriyle yeniden soruşturmanın ciddi hukuki zorlukları da vardır. Olaya daha geniş açıdan bakan Cumhurbaşkanı, kapsamlı bir araştırma talimatı verdi: “Olayın oluş şekli, amacı, sonuç ve tesirleri itibarıyla ve dönem içinde yaşanan diğer bazı olaylarla irtibatları itibarıyla bütünlük içinde” araştırma yapılacak.
Ulaşılacak yeni bilgi ve bulgular, en azından ağır ahlaki sorumlulukları kamuoyuna teşhir edecektir. Mümkünse hukuki mekanizma tekrar işleyecektir. Bazı komplo teorileri de sona erecektir. Hepsinden önemlisi, kapsamlı bir araştırma ile bu facianın Alevi yüreklerinde açtığı acıyı kamuoyunun bilgisine ve vicdanına sunmak olacaktır.

Ağa'sının ormanı Ağa'sının müdürü - Fatih Altaylı


İşte gerçek Hürrem - Röportaj

İşte gerçek Hürrem
01 Aralık 2012 Cumartesi - 07:06
"Muhteşem Yüzyıl'daki Hürrem karakteri 20'li yaşlarda sırf güzel diye en mahrem yere, Harem'e sokuluyor. İnanılmaz hırslı ve entrikalarının ardı arkası kesilmiyor. Amacına ulaşmak için başvurmayacağı yol yok. Dekolte kıyafetler giyiyor, koskoca padişahı avucunun içine alıyor, cihan devletinin sadrazamına bile kafa tutuyor. Gözden kaçan "İki Harem'in ve İki Hürrem'in Farkı"nı tarihçi-yazar Talha Uğurluel anlattı.

 
İşte gerçek Hürrem
Yücel KOÇ / ÖZEL RÖPORTAJ - - Amacımız dizide bambaşka bir kimliğe bürünen Hürrem'in bilinmeyen yönlerini öğrenmekti. Tabii bir de cihan padişahı Kanuni'nin bir kadın yüzünden zaafa düşüp düşmediği... Uğurluel ile konuşunca anladık ki doğru adrese gelmişiz.

--------

ASLI TAM TERSİ
Hayırsever ve dindardı
* Hürrem Sultan'ın kötü anlatılması Avrupa'nın oyunu.
* Hürrem hırslı bir kadın değil, hayırseverdi.
* 7 yaşında Harem'e alındı, özel eğitildi.
* Devlet yönetimine müdahale edemezdi.
* Şairdi, Türkçesi de mükemmeldi...
* Edebe aykırı hiçbir davranışı olmamıştı.

-------

13 Kasım 2012 Salı

ASELSAN ölümlerine CHP’den araştırma istemi

ASELSAN ölümlerine CHP’den araştırma istemi

Cengizhan ÇATAL/ANKARA
13 Kasım 2012

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın ASELSAN’da çalışan mühendislerin şüpheli ölümleri nedeniyle Başbakanlık Teftiş Kurulu’na verdiği “araştırın” talimatının ardından bir adım da CHP’den geldi. CHP Uşak milletvekili Dilek Yılmaz ve 25 CHP milletvekili milli askeri projelerde çalışan mühendislerin ölümlerinin Meclis tarafından araştırılmasını istedi.

Yılmaz, “Konuyla ilgili olarak savcılık da inceleme yapmasına rağmen şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Ölen insanlar milli projelerde çalışmışlar. Bu olayların temelinde uluslararası bir casusluk faliyeti de olabilir. Başbakan’ın verdiği talimat sonrası Başbakanlık Teftiş Kurulu’nda ne tür bir araştırma yapıldığına, hangi bilgilerin toplandığına dair herhangibir bilgimiz yok. Konunun bir an önce aydınlatılması gerekiyor” diye konuştu. MHP Grup başkanvekilleri Oktay Vural ve Mehmet Şandır da geçtiğimiz günlerde konunun araştırılması için benzer bir önerge vermişlerdi.
Hürriyet

11 Kasım 2012 Pazar

Murat Bardakçı - Ötüken, bozkurt ve keçi


Murat Bardakçı

Murat Bardakçı

Ötüken, bozkurt ve keçi

05 Kasım 2012 Pazartesi
TARİHİN Arka Odası önceki gece hakikaten "tarihî" bir program oldu.
Eski Türk tarihçiliğinin günümüzdeki en önemli isimlerinden Prof. Ahmet Taşağıl ile Kazakistan'da geçen sene ortaya çıkartılan 1500 senelik Göktürk hükümdar mezarını bulan ekibin mensubu Kazak arkeolog Cantekin Karcaubay'ın katıldığı programda hem Göktürk mezarının, hem de ismi bizde efsane gibi olan Ötüken Ormanları'nın görüntülerini yayınladık...
Program sırasında gelen mesajlardan farkedebildiğim kadarıyla artık ekranın neredeyse içerisine girecekmişcesine seyredenlerden mi bahsedeyim, Ötüken'i ilk defa görmenin heyecanıyla ağlayanları mı anlatayım yoksa yollanan binlerce e-maildeki heyecanı mı?
Cantekin Karcaubay'ın hükümdar mezarında çektiği görüntülerde yeralan 1500 sene öncesinden kalma zarif objeler, renkleri hâlâ canlı gibi duran nefis duvar resimleri ve mezarın mimarî bakımdan mükemmelliği bizde birilerini eminim şaşırttmış, daha doğrusu hayal kırıklığına uğratmıştır! Geçimlerini senelerden buyana "Ah biz Türkler yok muyuz? Nasıl barbar, herşeyi yıkan, kıran, taş taş üstünde bırakmayan, geçmişinde tek bir sanat eseri bile olmayan lânet bir milletiz!" edebiyatından temin eden ve sayıları gittikçe artan zevattan bahsediyorum...

7 Kasım 2012 Çarşamba

Murat Bardakçı - Kötü olan Cumhuriyet mi, yoksa demokrasi noksanı mı?


Murat Bardakçı

Murat Bardakçı

Kötü olan Cumhuriyet mi, yoksa demokrasi noksanı mı?

31 Ekim 2012 Çarşamba, 09:20:13Güncelleme: 13:41:58
EN sonunda devletinin kuruluş yıldönümünü bile zar-zor, kör-topal, hardal gazları ve tazyikli sular refakatinde kutlayabilen bir toplum hâline geldik ya, hepimize helâl olsun!
İki günden buyana 29 Ekim'de getirilen yasakların haklı olup olmadığını, ortada ciddî bir ihbarın bulunup bulunmadığını yahut Ankara'daki polis barikatlarının kaldırılması emrini kimin verdiğini tartışmakla meşgul olduğumuz için, Türkiye'de apaçık biçimde ve yoğun şekilde ortaya çıkan bir başka davranışın artık rutin haline gelmiş olması pek dikkatimizi çekmedi.
TV'lerde arz-ı endâm eden bazı hanımlarla beylerin buyuracakları her kelâmın öncesinde besmele çekercesine Cumhuriyet'e ve Atatürk'e mutlaka şöyle bir dokundurur olmalarından bahsediyorum. Böyle başlıyor ve bu hafif ısınma turunun ardından "Cumhuriyet bana belâdan başka ne verdi ki?", "Atatürk'ü sevmeye mecbur muyum?", "Memleketin bugün bu vaziyette olmasının tek sebebi, Cumhuriyet'in seneler boyu devam eden yanlış politikalarıdır" diye hiç durmamacasına kin, nefret ve lânet yağdırıyorlar...

Murat Bardakçı - Papa, Peygamberimizin naaşını çaldırmak için Medine’ye 20 ajan papaz göndermişti



Murat Bardakçı

Murat Bardakçı

Papa, Peygamberimizin naaşını çaldırmak için Medine’ye 20 ajan papaz göndermişti

04 Kasım 2012 Pazar, 11:23:15Güncelleme: 15:04:47
12. asırda yaşamış bir Papa ile Portekizli bir 16. asır amirali Mescid-i Nebevî’ye musallat olmuş, bunun üzerine Peygamber’in kabri dört bir yanından kurşunla kaplanmış, hattâ toprağın altına bile tonlarla erimiş kurşun akıtılmıştı.

Mescid-i Nebevî’de yakında başlayacak olan inşaat sırasında Hazreti Muhammed’in başına birşeyler gelmesinden endişe duyulan kabri eskiden de tehlike altında kalmış, meselâ 12. asırda bir Papa ile 16. yüzyılda Portekizli bir amiral peygamberimizin naaşına musallat olmuşlardı. Ama böyle “korunan” yerlere Suudi’nin şerri bile uzanamaz, dolayısı ile hiç endişelenmeyin!
Suudiler’in bir ucunda Hazreti Muhammed’in türbesinin de bulunduğu Mescid-i Nebevî’yi yıkıp yerine çok daha büyük bir cami inşa edeceklerinin duyulmasından sonra inşaat sırasında peygamberin kabrinin başına bir iş gelmesinden endişe ediliyor ya... Daha önce de yazdım: Suudiler kutsal toprakları gerçi babalarının çiftliği gibi kullanmaktadırlar ama böyle bir işe kalkışabileceklerini ve “Hücre-i Saadet”, yani Hazreti Muhammed’in kabrinin bulunduğu mekân için şu anda ciddî bir tehdidin sözkonusu olduğunu pek zannetmiyorum... Ama, Hücre-i Saadet geçmişte iki büyük tehlike atlatmış ve her ne kadar inanılmayacak gibi görünse de, Hristiyan dünyası iki defa Hazreti Muhammed’in naaşını çalmaya teşebbüs etmişti!

4 Kasım 2012 Pazar

Ahmet Selim - Kavga değil, sevgi

Kavga değil, sevgi

Bazı insanlar münakaşa etmekten, tartışmaktan, çekişmekten hoşlanıyor
. Ben bazen bu duruma düşünce bir yorgunluk hissederim, tansiyonum yükselir, yorulurum. Onlar keyif alıyor, hoşlanıyor, zindeleşiyor! Tam tersine, onlar sükûnetten, itidalden rahatsız oluyor! Politikada da medyada da günlük hayatta da böyle tipler çok var.
Bu negatif üslup hiçbir işe yaramaz. Sadece mutsuzluk, çözümsüzlük, verimsizlik virüsleri neşreder. Bunların bazen doğruyu söylüyor olması da, o söyledikleri doğruya zarar veriyor. Yanlışı iyi bir üslupla söyleyenler, doğruyu kötü bir üslupla söyleyenleri daima bertaraf eder.
Üslup, karakterin aynasıdır. Adamın yapısı öyle. Öyle yetişmiş, öyle şekillenmiş. Duygusuz ve duyarsız insan, aynı zamanda kültürsüz, fikirsiz, sanatsız insandır. Boş kalan, gürültü çıkarır. Yapacak işi yok ki. Becerebildiği bundan ibaret. Bazı bilgileri olabilir, özü boş, özü. Bilgi başka, kültür başkadır. Kültür hafızada değil, ruhta olur. Asıl cehalet bilgi azlığı değil, kültür yokluğudur. Eskiden az bilgiyle ve basiretli üretimle kültürlü ve kişilikli olan çok insan vardı. Kültürlü ve kişilikli olmak, diploma değil, şuur meselesidir. O şuur ilimden ziyade irfanla ilgilidir.

23 Ekim 2012 Salı

Murat Menteş - Hayatta kaybeden, siyasette kazanır


Hamdullah Öztürk - Üç Türkiye (yabancı gözüyle)

Üç Türkiye (yabancı gözüyle)

Şaşırmıştım. Dinledikçe şaşkınlığım daha da artıyordu. Türkiye’ye iki defa yolu düşmüş.
Özel olarak gitme fırsatı bulamamış. Ama dünyanın nereye gittiğini merak eden, o merak saikiyle de gücü yettiğince gelişmeleri takip eden biriydi. Başladı anlatmaya: “Üç farklı Türkiye görüyorum.” cümlesiyle girmişti konuşmasına. Sonra tasnif geldi arkadan: Birincisi taklitçi Türkiye, ikincisi tarihçi Türkiye ve üçüncüsü de sahip olduğu değerlerin farkındaki Türkiye.
Taklitçi Türkiye üzerine fazla konuşma gereği duymuyordu. 28 Şubat’la şaha kalkmak isteyip de tepetakla giden bir dönem olarak görüyor taklitçi Türkiye’yi. “Ciddi bir tabanı var. Devam eden, hatta dindar kitle içindeki entelektüellerden bir kısmını etkileme istidadı da dahil olmak üzere geleceğe uzanan tesirleri görmezden gelinemez boyutta, ama vereceği bir şey yok” diyor. “Vereceği bir şey yok” ifadesinden maksat, Türkiye dışındaki insanlar için kayda değer bir tarafı yok manasına geliyor. Modern Avrupa’nın kopyası ve derdi ulus devletinin bağımsızlığının devamı ile sınırlı.

Taha AKYOL - Da Vinci Köprüsü



Da Vinci Köprüsü

RÖNESANS devrinin en büyük dâhilerinden Leonardo Da Vinci’nin Haliç için Sultan II. Beyazıt’a önerdiği köprü projesi yeniden gündemde. Başbakan, Haliç’te bu projenin inşa edileceğini açıkladı.

Güzelleşmekte olan Haliç, bu proje ile yeni bir güzellik ve dünya çapında bir ilgi kazanacaktır. Da Vinci gibi bütün insanlık tarihinin en büyük dâhilerinden birinin beş yüz yıl önce çizdiği projenin hayata geçirilmesi elbette bütün dünyanın ilgisini çekecektir. Şartnamesi, ihalesi, temel atılması ve açılışı dünya çapında katılımlarla düzenlenmelidir.
Şüphesiz İstanbul’un “marka değeri”ni artıracaktır. 

22 Ekim 2012 Pazartesi

İskender Pala - Halep... Ah Halep!..

Halep... Ah Halep!..

Eskiden Halep deyince aklıma kumaşlar, çarşılar, bezirganlar, kervanlar, yollar ve zenginlik gelirdi. 2012’de artık kurşunlar, havanlar, toplar ve gülleler geliyor. Ve sonra düşünüyorum, bir zamanlar Halep’te Sargon (M.Ö. 2334 – 2279) diye biri yaşamıştı.
Yeryüzündeki ilk imparatorluğu (Akad devleti) kuran ve kendisine evrenin kralı diyen adam. Mezopotamya’nın bereketli topraklarına hükmediyordu ve Halep’te ilk ayak izlerini o bıraktı. Ardından, Hz. İbrahim’in kutlu adımları geldi Halep’e; Hanif dininin vahdet ışıklarını yaymak için. Sonra Hititler, Asurlular, Mittaniler, Persler ve Büyük İskender. Ve Allah elçisi Zekeriya’nın kabrini buraya kazan Romalılar. Ardından Sasani, Arap ve Emeviler… Derken Haçlı kuşatmaları. Yollar hep Halep’e uğradı, yollar hep Halep’ten uğradı. Doğunun bütün ticareti, ipek yolları hep burada kervanlandı, merkezlendi. Ve elbette Halep krallar için iştah kabartan bir şehir oldu. Halep’te çakılan kazık çürümez dediler bu yüzden, nasıl olsa yeni gelen onu hemen sökecekti. Moğollar, Çerakise, Timur, derken Yavuz Sultan Selim Han’a uzandı zaman (1516) ve kazıklar çürüdü, zaman demlendi. Ama bu sefer de insan dışı istilalar başladı. Birkaç veba salgını, birkaç büyük yangın, derken yeniden imar olunan bir şehir. Artık müziği, mutfağı, mimari ve yerleşimiyle Şam’ın değil Urfa’nın, Halep’in, Antakya’nın bir benzeri, belki Konya, İstanbul ve Bursa’nın harmanlanışıydı. Ve 1920’de önce Fransız işgali, ardından…

21 Ekim 2012 Pazar

İsmail Kaya - Dil ve gönül

Pazarola
İsmail Kaya
ismail.kaya@tg.com.tr
21 Ekim 2012 Pazar
Dil ve gönül   
Sesli dinlemek için tıklayınız.
Fertler, gruplar ve toplumlar olarak dilimize hâkim olamıyor ve birbirimizle bir türlü anlaşamıyoruz. Dillerimiz fırın küreği gibi, lâkin, bir türlü “dil yâresi”ndeki mecâzla, gönüllere giremiyoruz.
Bazen de, dil ve söylemler, bizleri fillerin eğitiminde olduğu gibi, müşteriler olarak ve toplum olarak sahip olduğumuz büyük gücü kullanmaktan, maksadımıza ulaşmaktan bizleri mahrum edebiliyor.
Yavru filleri kısa bir zincirle ayağından kazığa bağlarlarmış. Adım adım zinciri uzatır, daha geniş bir alanda dolaşmasına izin verirlermiş. Zamanla, koca fil duruma alışır, bebeklikten kalan bir hisle, zincir yerine bir ip, demir kazık yerine bir çıtayla bile zaptedilir hale gelirmiş.
Popüler kültür ve medya da bir aşamadan sonra pek çok alanda “filin ipi” gibi çalışıyor, hepimizi kuşatıyor. Hedeftekilerin pek azı, şayet nasibi de varsa, akıl ve gönülleriyle iplerini koparmayı başarabiliyorlar.
Uzmanlık alanımız, bizi müşterinin diliyle ilgilenmeye, onu anlamaya, onu araştırmaya zorluyor.
Pazarlamada başarı (isterseniz iletişimde deyiniz) kendisinin veya firmasının dilini değil, müşterisinin dilini öne çıkaranlara daha çok yakışıyor.
Genellikle, müşterinin dili firmanın dilinden daha zengin, daha geniş, daha sevecen, daha çekici ve daha renkli oluyor.
Firmalar, kurumlar, istisnalar hariç, kendi dillerinin farkına bile varamıyor. Lafın nereye dokunduğunu kestiremiyorlar.
Nerede kaldı ki, kendi dillerini geri çekip veya ayarlayıp, müşterinin dilini anlamaya, o dilden konuşmaya başlasınlar.
Aslında bunu gerçekleştirmek çok da zor değil. “Kişi dilinin altında gizlidir” sözü işi özetliyor. Müşteri zaten diyeceğini nasılsa, yeri ve zamanı geldiğinde bir şekilde diyor. Yeter ki, bir dinleyen bulunsun.
Ne tür bir kurumun veya kuruluşun parçası olursak olalım, lütfen dikkat. Sevdiriyor muyuz, yoksa nefret mi saçıyoruz? Davet mi ediyor, yoksa kovuyor, kaçırıyor muyuz?
Sözlü, sözsüz, yazılı görüntülü, açık kapalı, genel özel, bütün iletişimlerimizi gözden geçirelim, yanlış olanları çizelim, silip, atalım. Yerine maksada uygun olanları koyalım.
Hoş, dili ve söylemi tutturabilsek bile, bazen maksadı ve hedefi tutturamayabiliyoruz ya, neyse...
“Doğruyu söylemek için dil, anlamak için gönül gerek.” 
İsmail Kaya - Türkiye

10 Ekim 2012 Çarşamba

Ahmet Altan - Kainat ve Tanrı

Ahmet Altan KUM SAATİ 07.10.2012
Ahmet Altan
 
Kâinat ve tanrı



Bazen oluyor.
Bir şey seyrediyorsunuz ve sizi saran gerçeklik birden yıkılıyor, hayatın gündelik akışı anlamını yitiriyor.

Bir tesadüf eseri dün ünlü fizikçi Hawking’in “evreni tanrı mı yarattı” sorusunu tartıştığı bir programı izledim.

“Bu koca kainat kimin eseri” sorusunun cevabını arıyor ve sorudan soruya geçiyordu.

Bunu da benim gibi cahiller daha iyi anlasın diye bir yemeği tarif eder gibi tarif ediyordu, “Bir evren yapmak için maddeye, enerjiye ve büyük bir genişliğe ihtiyaç var” diyordu.

Sonra Einstein’ın ünlü formülüne geliyordu.

“Einstein maddeyle enerjinin bir paranın iki yüzü gibi olduğunu buldu, madde enerjiye dönüşebiliyordu.”

7 Ekim 2012 Pazar

Alev Alatlı - Aslında her şey olması gerektiği gibi

Aslında her şey olması gerektiği gibi

Alev Alatlı

Aslında, her şey, her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi: Belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik. Türkiye’ye dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yok. Ne kadar ince elenip sık dokunursa dokunsun, temel alınan hiçbir veri, uzun vadeli tahminleri –buna “felâket senaryoları” da dahil– doğru çıkaracak kadar sağlam değil ve olmayacak. Çünkü, ne kâinat, ne dünya ne de Türkiye belli kurallara göre işleyen, her olayın birtakım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak tezahür ettiği, başı sonu belli olan “deterministik” sistemler. “Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur.” diyen Newton. Sir Isaac Newton’un 1687 basımı Principia’sına göre, kesin bir sistem olan kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri, “nedensellik” çerçevesinde gelişir. Biz insanlar, nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek, kâinatın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. Ve insanlığı, kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur.

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU - Nezle sezonu açılıyor

Nezle sezonu açılıyor
Bu aralar her gün birkaç kişi “öksürük, aksırık, kırıklık ve hafif ateşim var ne yapayım?” diye soruyor. Ne iyi ki çoğu grip değil, nezleli ve en geç bir haftada kendiliğinden iyileşebilecek. Dr. Evren Altınel sizin için nezleyle gribin temel farklarını gösteren bir tablo hazırladı

Aksırıyorsunuz, burnunuz akıyor, ürperiyorsunuz… Hafif ateşiniz de var… Yorgunsunuz. Ağrı ve kırıklık tüm bedeninizi kuşatmış gibi sanki… Muhtemelen nezleye yakalanmış olmalısınız. “Havalar da birden soğudu; giydiklerimi ayarlayamadım ve üşüttüm” diye düşünebilirsiniz ama nezlenin asıl nedeni hava değişimi değil, rhinovirus virüsleri. Kalabalık ortamlar, okul, işyeri gibi havalandırma problemi olabilen yerler, toplu taşıma araçları (özellikle de havaalanları, uçak, metro ve otobüsler) bulaşma için ideal ortamlar. Peki sorunu nasıl alt edeceksiniz?” Yaşasın Hayat! uzmanlarından Dr. Evren Altınel’in öncelikli tavsiyeleri şunlar:
“Ateşinizi düşürmek, kırıklığı ve eklem ağrılarını gidermek için ‘paracetamol’ içeren ilaçlardan yararlanabilirsiniz. Burun akıntısından çok tıkanıklığı önemlidir ve mutlaka giderilmelidir. Bu amaçla deniz suyu içeren spreyler kullanılabileceği gibi, evde bir su bardağı kaynamış ve ılıtılmış suya katılacak bir silme çay kaşığı sofra tuzuyla kolay yoldan ‘serum fizyolojik’ de hazırlayabilirsiniz. Bol sıvı tüketmek, meyve ve sebzelere ağırlık vermek, uyku düzenine dikkat etmek ve birkaç gün istirahata çekilmek de bağışıklığınızı güçlendirerek iyileşmenizi hızlandırır. Listeye iki gün üst üste bir ampul D vitaminini kırıp yoğurda ekleyerek yemeyi ve üç-beş gün günde bir-iki gram C vitamini desteği almayı da ekleyebilirsiniz.”
Altınel’in önerilerini okudunuz, bana sorarsanız iyileşmenizi daha da hızlandırıp bedeninizi kuşatan yorgunluk ve kırıklıktan çabucak kurtulmak için üç-beş gün öğle ve akşam yemeklerine ‘tavuk suyu çorbası’ ile başlamayı deneyin. ‘Bağışıklık çorbası’ diye tanımladığım bu çorbaya bol limon suyu, toz karabiber, maydanoz yaprakları, zencefil ve kırmızı pul biber eklemeyi de lütfen unutmayın!

6 Ekim 2012 Cumartesi

Fatih Altaylı - Si vis pacem para bellum



Fatih Altaylı

Fatih Altaylı

Si vis pacem para bellum

06 Ekim 2012 Cumartesi, 06:04:24
BAŞBAKAN Erdoğan, Suriye ile ilişkileri değerlendirirken "Hazır ol cenge, sulh u salah istiyorsan" dedi.
Cümle âlem de "Eski bir deyiş" diyerek geçiştirdi meseleyi.
Basınımızın ve yorumcularımızın "Eski bir deyiş" dediği cümle aslında Abdülhak Molla'ya ait.
Daha doğrusu Abdülhak Molla'nın Latince'den Osmanlıca'ya çevirdiği bir cümle.
Çok bilinen orijinali Latince.
1700 yıl önce söylendiği şekliyle, "Si vis pacem para bellum".
Basitçe, "Barış istiyorsan savaşa hazır ol".
Ama Abdülhak Hamit'in dedesi Abdülhak Molla öyle güzel çevirmiş ki, Latince'si gölgede kalmış.
Başbakan Erdoğan da Abdülhak Molla'nın çevirisini kendine göre değiştirmiş aslına bakarsanız.
Molla'nın yazdığı orijinal cümle tam olarak şöyle:
"Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felah
Hazır ol cenge eger ister isen sulh u salah"
Latince'sini aratmayacak kadar güzel bir çeviri.

17 Eylül 2012 Pazartesi

A. Rasim Küçükusta - İlaçların yarısı işe yaramıyor veya tehlikeli

İLAÇLARIN YARISI İŞE YARAMIYOR VEYA TEHLİKELİ
Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta kucukusta@haberx.com
16.09.2012 20:04

Fransa’ da, doktorlar tarafından yazılan ilaçların yarısının faydasız veya tehlikeli olduğu bildirildi. Necker Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Philippe Even ile parlamento üyesi Dr. Bernard Debré, bir işe yaramayan, fuzuli ve zararlı ilaçların Fransız sağlık servislerinin geri ödeme kapsamından çıkarılmasıyla senede 10 milyar Euro tasarruf edilebileceğini açıkladılar. İkili, böylece ilaçlara bağlı 20 bin ölümün ve 100 bin hastaneye yatışın da önleneceği iddia etti.





Fransa’ da, doktorlar tarafından yazılan ilaçların yarısının faydasız veya tehlikeli olduğu bildirildi.
Necker Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Philippe Even ile parlamento üyesi Dr. Bernard Debré, bir işe yaramayan, fuzuli ve zararlı ilaçların Fransız sağlık servislerinin geri ödeme kapsamından çıkarılmasıyla senede 10 milyar Euro tasarruf edilebileceğini açıkladılar.
İkili, böylece ilaçlara bağlı 20 bin ölümün ve 100 bin hastaneye yatışın da önleneceği iddia etti.

15 Eylül 2012 Cumartesi

Ahmet Selim - Sorumsuzluk ve ciddiyetsizlik


 Ahmet Selim 
Sorumsuzluk ve ciddiyetsizlik
Özel hayatımdaki bazı üzüntüler bir yana, beni asıl etkileyen sebepler ülkenin toplumun meseleleri olmuştur. Bu biraz da yetişme tarzımla ilgiliydi.
Mesela henüz 10 yaşımdayken babam beni parti mitinglerine götürürdü, yakın tarihimiz hakkında benimle konuşurdu. Eve her gün 3-4 gazete girerdi. Menderes'lerin infazından sonra o yaşta yüksek tansiyon tedavisi görmüştüm.
Periyodik olmayan daha önceki yazılarımı saymazsak, 1972'den beri, yani 40 yıldır sürekli yazı yazıyorum. Çeşitli dönemler, bunalımlar, çalkantılar gördüm, hiç bu dönemdeki kadar sıkıntılı olmadım. Şimdi Suriye meselesinin getirdiği şartlardan da yararlanarak terör dış yardımlarla iyice azmış durumda. Eylem üzerine eylem yapıyor, ordu ve polis bunlara karşı büyük bir mücadele veriyor. Başbakan hassas ve önemli konuşmalar yapıyor. Bir meydanın ortasına atılan patlayıcılarla siviller çocuklar öldürülüyor. BDP, iftihar eder gibi, 400 km²'lik bir alanda duruma PKK'nın hâkim olduğunu söyleyebiliyor. Osman Pamukoğlu bu duruma atfen trajik bilgiler vererek çarpıcı açıklamalar ve uyarılar yapıyor. Anamuhalefet lideri, cephanelik patlamasının sabotaj olduğu bilgisini aldığını ifade ediyor. Dış basında da can sıkıcı yorumlar yer alıyor. Durum bu kadar ciddi bir manzara arz ederken, bir köşe yazarı (Serdar Turgut) "Terörün sona ermesi için neredeyse ideal olan bir çözüm" başlığı altında "... Kuzey Irak ve Suriye'den bir bölümü de içerecek, büyük bölümü Türkiye'den olacak otonom bir Kürdistan fikri çözüm olabilir." diyor. (Habertürk, 10 Eylül 2012) Bu tâ 1960'larda zikredilmiş ve derhal şiddetle reddedildiği için silinip gitmiş olan eski bir Amerikan önerisiydi. Şimdi açıktan konuşulabiliyor.
Bu kadar sorumsuzluk olur mu? Ben anlamaktan acizim. Türkiye'de diktatörlük yok. En yeni anketlerde bile yüzde 50'nin üzerinde seçmen desteğine sahip olduğu bilinen demokratik bir iktidar var. Onun lideri, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı, durumu değerlendiren uzun ve önemli konuşmalar yapıyor. Bütün resmî bilgiler onun elinde. Sen öyle bir yorum yapıyorsun ki, ona parlamentoda BDP'den başka herkes ve bütün millet şiddetle karşı çıkar. Sen de bunun böyle olduğunu biliyorsun. Peki böyle bir noktada böyle bir yorum yapmanın anlamı ne? Sahiden hiç anlamıyorum. Bu konuda onunkinden çok farklı yönde benim de bazı düşüncelerim var ama, fikrî-toplumsal sorumluluk anlayışımın gereği olarak yazmıyorum. Geçmişte de böyle yaptığım çok olmuştur. Öyle bir hale geldik ki her yanlış sorumsuzca yazılabiliyor, bazı doğrular ise özel sorumluluk duyarlılığı gereği yazılamıyor.

A. Rasim Küçükusta - Antibiyotik mi yumurtadan, yumurta mı antibiyotikten çıkar?


A. Rasim Küçükusta 
Antibiyotik mi yumurtadan, yumurta mı antibiyotikten çıkar?
Bizim üreticiler -özellikle de piliç üreticileri- şiddetle karşı çıkıyor olsalar da daha kısa zamanda daha fazla et elde etmek için tüm dünyada besi hayvancılığında yaygın olarak antibiyotik kullanılıyor.
Antibiyotikler, zatürree, menenjit, ishâl, kan zehirlenmesi gibi mikropların sebep olduğu hastalıklarla savaşta modern tıbbın elindeki en güçlü silahlardır. Bu dünyada yaşayan milyonlarca insan, sağlığını ve birçoğu da hayatını antibiyotiklere borçludur.
Bu ilaçlar elbette aynı sebeplerle hayvanlara da verilebilir fakat besi hayvancılığında antibiyotikler tıbbî değil tamamen 'ticarî amaçla' uygulanıyor. Hayvan yetiştiricileri en az 50 seneden beri yemlerine antibiyotik eklenen hayvanların hızla büyüdüklerini biliyor ve bu ilaçlar besicilikte giderek daha yaygın olarak tüketiliyor.
Amerika'da satılan antibiyotiklerin ancak yüzde 20'sinin insanlarda, yüzde 80'inin ise hayvancılıkta kullanıldığını söylersem bu işin hangi boyutlara vardığını siz de net olarak görebilirsiniz.
'Madem insanlar kullanıyor, ne istiyorsun zavallı hayvancıklardan? Bırak onlarda da kullanılsın; kime, ne zararı var bunun?' diye düşünebilirsiniz.
Antibiyotikler, hayvanlarda sadece mikrobik hastalıkların tedavisi veya önlenmesi amacıyla kullanılıyor olsa sesimiz fazla çıkmayacak ama durum hiç de öyle değil. Antibiyotikler hayvan yemlerine veya içtikleri sulara tamamen ticarî amaçla katılıyor.
Hayvanlara, hastalık tedavisinde kullanılana göre daha düşük dozlarda fakat uzun süreli olarak antibiyotik verilmesi birçok mikrobun bu ilaçlara karşı direnç kazanmalarına yol açıyor.

Fatih Altaylı - Libya, Suriye'yi bozar mı?

Fatih Altaylı

Fatih Altaylı

Libya, Suriye'yi bozar mı?

15 Eylül 2012 Cumartesi, 05:01:31
LİBYA'da ABD Büyükelçisi'nin öldürülmesi ve deli saçması rezil bir film yüzünden İslam ülkelerinde başlayan olayların Türkiye açısından çok vahim sonuçlar içermesinden korkmaya başladım.
Arap Baharı'nın başta ABD olmak üzere Batı tarafından desteklenmesindeki gaye ve neden neydi?
Arap ülkeleri diktatörlerden kurtulacak ve buralarda demokrasi yeşerecek, halkın iradesi egemen olacaktı.
Mısır, Libya ve Tunus'ta rejimler devrildi ve halkın seçimleri iktidara gelmeye, en azından iktidarı paylaşmaya başladı.
Bunun doğal sonucu ne oldu?
Bu ülkelerdeki "İslamcılık" arttı.
İşbaşına geçenler "köktendinciliği" bırakmış "radikallikten uzaklaşmış" makul kişilerdi ama kökleri radikallere uzanıyordu.
Benzer bir geçmişi paylaşıyorlardı. İçlerinden çıkmışlardı.
Sonradan yumuşamış bile olsalar "eski" radikallerdi.
Bunların işbaşına geçer geçmez ilk yaptıkları şey "radikallikten uzaklaştıklarını göstermek"ti. Bunu en net ve açık biçimde yapan Mısır'ın yeni lideri oldu.
Batı dünyası ve ABD rahattı. "Ilımlı İslam" demokratik yollardan gelmişti ve işler rayına girecekti.
Ancak bir film, işlerin rayına çok da kolay girmeyeceğini gösterdi.
Rezil filmin çaktığı kıvılcım bir anda alevlendi. Libya'da büyükelçi ve ekibi öldürüldü. Olayın arkasından El Kaide'nin çıkması muhtemel görünüyor. Yangın İslam âleminde hızla yayıldı. Mısır'da radikaller ayakta. Yemen'de yangın büyük. Pakistan'da durum vahim.
Eminim ki, ABD şimdi düşünüyor. "Acaba buralara demokrasi geldikçe ABD karşıtlığı artacak, radikal İslam güçlenecek mi?" diye.
Ve bu düşünceden etkilenecek yerler arasında sıradaki Suriye var.
Suriye'de Esad'ı devirmek için savaşanların büyük bölümü radikal İslamcı gruplar ve El Kaideciler.
Şimdi ABD ve Batı, "Acaba Esad kalsa daha mı iyi?" sorusunu sormaya başlarsa ve bu soruya "Esad daha iyi" yanıtını verirse bizim durumumuz ne olacak!
Ben bu sorunun Batı'da epeydir sorulduğu ve Esad'ı devirme konusunda içine itildiğimiz yalnızlığın bundan kaynaklandığını zannediyorum.
Bu durumun "soru" olmaktan çıkıp bir "yanıt" haline geldiği anda ne yapacağımızı çok merak ediyorum.

Taha Akyol - Dogmatik ne demek?



Dogmatik ne demek?

TARİHÇİ Mete Tunçay’ın çok önemli bir sözü vardır: “Türkiye’de bütün akımlar dogmatiktir!”

Aynen katılıyorum Tunçay’a. Fakat sorulsa kimse dogmatik olduğunu kabul etmeyecektir! Kimler dogmatiktir diye sorduğumuzda “Ötekiler dogmatiktir” diye cevap verilecektir! ‘Ötekiler’in dogmatik olduğunu söylemek dogmatik bir yargı değil midir?
Bizde dogmatikliğin yaygınlığını gösteren diğer bir kanıt, her devirde keskin kutuplara ayrılıp bazen silahlı, bazen silahsız vuruşuyor olmamızdır. Çünkü “biz” daima haklı, iyi ve doğruyuzdur, “onlar” daima haksız, kötü ve yanlıştırlar!
Yok birbirimizden farkımız
1910’larda Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı birine, İttihat ve Terakki’nin iyi icraatlarının da olduğunu kabul ettiremezdiniz. Bir İttihatçı’ya da muhalefetin haklı taraflarının bulunduğunu kabul ettirmek mümkün değildi.
Bu dogmatik ve çatışmacı alışkanlığımız cumhuriyet tarihi boyunca devam etti. “Hasım” tarafa hakaret etmek, aşağılamak, lakap takmak cumhuriyet tarihinde de devam etti. Bilimsel araştırmalar gerektiren konuları basite indirgeyip siyasi silah gibi kullanmak, karmaşık realiteye analitik gözle bakmak yerine “doğmatik” bir tavırla ak-kara çatışmasına dönüştürmek alışkanlığı devam etti.
Bugün de bir muhafazakârın “İsmet Paşa şu işi doğru yaptı” dediğini duyuyor muyuz? Yahut bir Kemalist’in, “Cumhuriyet döneminde Atatürk’e muhalefet edenlerin şu kaygıları da haklı çıktı” dediğini işittiniz mi?

Yılmaz Özdil - Testi


Testi

ABD Elçisi katledildi.

Pandora’nın kutusu açıldı deniyor.
*
Halbuki...
Pandora’nın kutusu yoktu.
Testi’si vardı.
Bildiğin, topraktan testi.
*
Rönesans bilgini Erasmus, gelecek kuşaklar da okusun öğrensin diye, Pandora mitolojisini kitaplaştırırken, tercüme hatası yapmış, Yunanca pithos kelimesiyle pyxis kelimesini karıştırıp, testi’yi kutu haline getirmişti. Tarihe böyle geçti. Ve, tarih hep böyle kaş yapayım derken göz çıkaran hatalarla dolu.
*
Eroin mesela...

11 Eylül 2012 Salı

Yavuz Bahadıroğlu - Tedbir ve takdir

Yavuz Bahadıroğlu
Tedbir ve takdir

Facialar üst üste geldi...

Önce on asker şehidimizi uğurladık...

Göz yaşlarımız kurumadan, birkaç şehit haberi daha geldi...

Acılarımızı yoğun biçimde yaşarken, ne görelim, Afyon'daki patlamada 25 askerimizi şehit vermişiz...

Yetmedi...

Aynı gece, insan kaçakçılarının küçücük bir balıkçı teknesinin ambarına kilitlediği göçmenlerden 61'i, teknenin kayalara çarpıp batması sonucu öldü.

9 Eylül 2012 Pazar

İlber Ortaylı - Bütün zamanların en ünlü Korsikalısı: Napolyon

İlber Ortaylı .

Bütün zamanların en ünlü Korsikalısı: Napolyon

09 Eylül 2012
Borodino Savaşı’nın 200’üncü yılı nedeniyle Avrupa, Napolyon’un savaşlarını tartışıyor. Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindeki hemşehrileri savaş tarihinin öncülerinden Napolyon’la iftihar etmiyor. Fransa ise onunla hem müftehir hem eleştiriyor. Unutmak taraftarı olanlar var ama unutulamıyor çünkü onsuz bir Avrupa düşünmek mümkün değil
200 sene önce 7 Eylül 1812’de Rusya tarihinin ve edebiyatının ünlü savaşı Borodino, imparatorNapolyon’un galibiyetiyle bitti. Bu onun 190 bin Alman, 50 bin Polonyalı ve Litvanyalı, İtalyanlar ve tabii Fransızlardan oluşan büyük ordusunun mahvolacağı sonun başlangıcıydı. Bu yıl Eylül ayında bütün Avrupa, Napolyon savaşlarını tartışıyor ve yeniden değerlendiriyor. Yayınlara bakarsanız bu savaşların içinde adet olduğu üzere unutulan, gene Türklerle Akkâ’da Cezar Ahmet Paşa ile yapılan ve Adriyatik’te İyon Adaları’nın Fransızlardan zaptı ile sonuçlanan Türk ve Rus ittifakının kazandığı zaferden söz edilmiyor.
1769 yılında bütün zamanların en ünlü Korsikalısı doğdu: “Napoleon Bonaparte”. Küçük Bonaparte 1770 yılında orta sınıf ve küçük soyluların çocuklarını yetiştirmek için kurulan askerî okulda eğitimine başladı. Korsika onunla çok iftihar etmiyor. Korsikalılar onun Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindedirler. Oysa kimliğini ve ana dilini bile Rus olarak gösteren Joseph Stalin’le Gürcüler neolursa olsun iftihar ederler.

Rasim Özdenören - Önyargılarından kurtulmak çok zor

Rasim Özdenören
rozdenoren@yenisafak.com.tr
09 Eylül 2012 Pazar
Önyargılarından kurtulmak çok zorTürkiye'nin siyaset arenası bidayetten itibaren kargaşadan beri kalmamıştır. Denge bir kez bozulunca onun yeniden iadesi zaman istiyor. İstikrar için beklemek ve beklemesini bilmek gerekiyor. Salınım ancak artan bir ivmeyle yavaşlayarak yeniden bir dengeye ve istikrara kavuşur.
İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee'ye bakacak olursak, o, daha 1960'lı yıllarda Osmanlı devletinin parçalanmasının son bulmadığını söylüyordu. Hem de Ankara'da, hem de DTCF'nin konferans salonunda...
Toynbee'nin bahsettiği parçalanma süreci Osmanlı devletinin 19. yy. boyunca yaşadığı dramatik dış ilişkiler süreciyle bağlantılıydı. Aynı süreç boyunca bir de iç siyaset ilişkilerinde yaşanan dramatik değişiklikler vuku bulmuştur. Tanzimat, arkasından Birinci Meşrutiyet ve 93 Harbi (1877 Osmanlı-Rus harbi –ki kanımca Osmanlı'nın yıkılmasında en belirleyici faktör odur-), arkasından İkinci Meşrutiyet, İttihatçıların iktidarı, Birinci Dünya Savaşı ve arkasından başlayan Osmanlı'nın tasfiyesi savaşı ve nihayet Cumhuriyet...
Bütün bu kargaşa ortamından sulh ve sükûn içinde sıyrılmayı beklemek elbette imkân dâhilinde olamazdı. Cumhuriyet'ten günümüze gelen süreçte de geçen her 10 yıl kendi iç şartlarını taşıyan özelliklerle çalkantının farklı veçhelerini sergilemiştir.

Yılmaz Özdil - Kara Fatma

Kara Fatma

Çiçekler açıyordu...

İzmir’in dağlarında.

Boşaldılar aşağıya...
Dörtnala.
*
Yüzbaşı Şerafettin, Teğmen Ali Rıza ve Teğmen Hamdi, bismillah ilk iş, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, hükümet konağının alnı kabağına diktiler sancağı... Üsteğmen Selahattin Kordon’a dalarken, Teğmen Celil’le Asteğmen Besim, varmıştı bile Kadifekale’ye.
*
Ya Karşıyaka?
Kara Fatma!

8 Eylül 2012 Cumartesi

Yavuz Bahadıroğlu - 19 Mayıs 1919 da Gerçekten Ne Oldu?

19 Mayıs 1919 da Gerçekten Ne Oldu?

19 MAYIS 1919 tarihi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı ve Millî Mücadele ışığını yaktığı tarihtir… Peki ama bu ışığı ilk kim yakmıştı? Sadece Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkanlar mı?Kimler Bandırma’ya “tam yol” vermişti? Özetle 19 Mayıs’tan önce ve sonra neler olmuştu?Önce Bandırma Vapuru nasıl demir almış onu görelim…Yazı, Harbiye Nezareti’nden Sadaret’e yazılmıştı: “İlga edilen Yıldırım Orduları Kumandanı Miralay Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Dokuzuncu Ordu Kıt’alan Müfettişliğine tayin olunmuş ve tayin keyfiyeti padişah huzuruna arz edilmek üzere, Sadaret makamına arz kılınmıştır. Adı geçen zatın emri altında bulunacak olan Üçüncü ve On Beşinci Kolorduların mıntıkalarını ihtiva eden Sivas, Van,Trabzon, Erzurum vilayetleri ile Samsun Sancağı mülki memurlarının Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılacak tebliğleri icra etmelerinin emir buyrulmasını istirham ederim” (30 Nisan 1919).

Bandırma Vapuru Harbiye Nezareti’nin bu yazısı ile Mustafa Kemal Paşa’ya Sivas, Amasya, Tokat,Şebinkarahisar, Van, Hakkâri, Trabzon, Rize, Gümüşhane, Samsun, Erzurum,Erzincan, Hınıs ve Şarki Beyazıt sancaklarının bütün askerî ve mülkî idaresi tam salahiyetle verilmişti. Sadaretin müsbet cevap verdiği bu tezkireden sonra Harbiye nezareti, Erkan-ı Harbiye-i Umumi’ye yaptığı tamimde “tayinin aynı günZat-ı Şahanenin (Padişahın) irade-i seniyeleri-ne arz kılındığını ve İstanbul’da bulunan Paşa’ya tebliğ edildiğini” bildirmişti.Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa ile Sadrazam Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya vazife ve salahiyetlerini gösteren bir talimat yazısı vereceklerdi.

Yavuz Bahadıroğlu - Boraltan Köprüsü faciası

Boraltan Köprüsü faciası

Olay şu: İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalin yönetiminin acımasız baskılarına dayanamayan bir grup Azeri Türk’ü, “öz kardeş” saydıkları Türkiye’ye sığınmaya karar verip yola çıkıyorlar.

Yolda uğradıkları baskınlar sebebiyle arkaları sıra mezar taşlarından izler bırakarak, nihayet Aras Nehri’nin üzerinde bulunan Boraltan Köprüsü’nü (Iğdır) geçiyorlar ve Türk sınır karakoluna sığınıyorlar.

Artık kurtulduklarını, özgürlüğe kavuştuklarını düşünen 146 Azeri Türk’ü son derece mutludur, sevinçlidir.

Karakoldaki Mehmetçikler, başka Karakol Komutanı olmak üzere, Azeri kardeşlerini bağırlarına basıyor, ekmeklerini onlarla bölüşüyor, yataklarını ikram ediyorlar. 146 soydaşın hayatlarını kurtardıklarını düşünerek onlar da mutlu oluyor.

Sevinmekte acele ettikleri kısa bir süre sonra anlaşılıyor. Zira Karakol Komutanı’nın üstlerine yazdığı mektuba gelen şifreli cevap, tamı tamına bir “kara haber”dir:

“Karakolunuza sığınan Azerileri derhal Sovyet yetkililerine teslim edin!”

Yılmaz Özdil - Mast'er

Mast’er

Aslında... Her şey “Teksas”ta başladı.

Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanı olduğunu öğrendiğimiz günlerde, 2004’te... Irak’ta öldürülen Amerikalı er Casey’nin annesi Cindy Sheehan, tek başına gitti, oğlumun katili sensin diye bağırarak, başkan buş’un “Teksas”taki çiftliğinin kapısına çadır kurdu.
Öbür anneler, bana ne demedi, çadırı kapan koştu. “Teksas”taki çiftlik çadırkent’e döndü. E orası, burası değil tabii, dağılın lan diyerek biber gazı sıkamadılar. Tiviler canlı yayındaydı.
İyi de güzel ablacım, senin oğlunu zorla askere götürmediler ki, bedelini ödüyoruz, tıkır tıkır maaş almak için gitmedi mi, diye sordular... Şu hazin cevabı verdi: Oğlum üniversite okumak istiyordu. Üniversiteler çok pahalı, param yetmedi. Ordudan aldığı maaşı biriktirip, üniversiteye gidecekti.
Yani...
Askerlikten yırtmak için
üniversiteye değil, üniversiteye
gidebilmek için askere gitmişti!
Annenin bu feryadı, duymak
istemeyen kulaklarda bile çınladı. Bizim çocuklarımız niye bize ait olmayan savaşlarda ölüyor sorusu, gariban evlerin odalarından taştı, manşetlere çıktı.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Yavuz Bahadıroğlu - "Yarın akşam öleceksin" deseler

Yavuz Bahadıroğlu
"Yarın akşam öleceksin" deseler

Ekranda düğün dönüşü (yani en neşeli an) meydana gelen bir kaza haberi...

İnsanlar savrulmuş durumda: Kimi yaralı, kimisi ölü...

Kendisi de yaralı bir kadın telefonda şöyle diyor: "Annemi kaybettik!"

Kanım dondu... O an en büyük gerçeğe tosladığımı fark ettim. Titredim. Ürperdim. Üşüdüm. Şaşırdım.

Çünkü ölüm hepimize "uzak bir ihtimal" gibi gözükür. Defalarca şahit olmamıza rağmen "ölmeyecekmişiz gibi" yaşamayı sürdürürüz.

Ve bir gün aniden o gerçekle yüz yüze geliriz...

"Öldü!" derler, inanamayız.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Şükrü Kızılıot - Üniversiteye giremeyene her ay 225 TL’ye kadar ceza


Üniversiteye giremeyene her ay 225 TL’ye kadar ceza

Üniversiteye kayıt yaptıramayanlar, eller cebe..

Her ay en az 37,62 TL, en fazla da 225,72 TL prim ödeyeceksiniz!

Paranız yoksa, ailenizden alıp ödeyeceksiniz.

Ama mutlaka ödeyeceksiniz.

Artık sizin için yeni bir dönem başlıyor,

Olay ciddi..

1 Eylül 2012 Cumartesi

Yılmaz ÖZDİL - İzmir, Hatay


İzmir, Hatay

81’lik delikanlı...

İzmir Fuarı açıldı.
Onur konuğumuz...
Hatay!
*
Televizyonun olmadığı dönemlerde, “coğrafya laboratuvarı”ydı Fuar... Hayatımda ilk Japon’u orda gördüm, ilk Afrikalıyı da... Soğuk Savaş yıllarında Sovyet pavyonuna girip, orak-çekiç’in altında fotoğraf çektirebildiğimiz “tek özgürlük alanı”ydı. İnsan için küçük, insanlık için büyük adım’ı atan ve geçenlerde rahmetli olan Neil Armstrong’u Ay’a indiren kapsülü getirmişti ABD, yanına da Ay’dan getirilen kaya parçasını koymuşlardı, sakal-ı şerif’in etrafında döner gibi kuyruğa giriyordu ahali... Filistin henüz devlet değilken, Arafat’ın kefiyesiyle biniyorduk çarpışan otolara, çünkü, avanta dağıtıyorlardı FKÖ pavyonunda... Küba, Malezya, Kenya, gidemiyorduk, geliyorlardı, tanışıyorduk; yaratılan’ı yaradan’dan ötürü sevmeyi illa seçmeli din dersinde öğrenmiyorduk! İthalat yasaktı, Marlboro’ya çember atıyorduk, lunaparkta... Düdük’ten başkası yoktu, ilk defa spagetti yemiştim, ilk ketçap’la... Sutyen’in porno muamelesi gördüğü, damalı taksi günleriydi, margarin üstüne tozşeker’li ekmek kemirdiğimiz, Anadol’un inekler tarafından yendiğine inandığımız, arapsabunu kokulu zamanlardı. Çamaşır makinelerinin merdaneli, cep telefonunu sadece Kaptan Körk’ün kullandığı, arkası yarın’a kulak kesildiğimiz, mum ışığının gölgesinde parmaklarımızı eğip bükerek duvara tavşan yaptığımız elektrik kesintili gecelerdi. Saz heyetleri smokin’le çıkardı sahneye gazinolarda, İran’a özenip kravat’a savaş açılmamıştı. Barış Manço, Cem Karaca, Zeki Müren, mesut bahtiyar’dan şarkılar dinliyorduk Fuar’da.

31 Ağustos 2012 Cuma

A. Turan Alkan - Otur Kaya, sıfır!

A. Turan Alkan
Otur Kaya, sıfır!








-Sevgili öğrencilerim, şimdi lütfen kâğıdı kalemi bırakın; kitapları masanın gözüne koyun, arka ya yaslanıp soruyu dikkatle dinledikten sonra cevabı bulmaya çalışın. Soru basit, Mimar Sinan nasıl bir mimardır?

-Yahu adı üstünde hocam, Mimar Sinan! Mimarlar âleminin pâdişahı, üstad, nâmı dünyayı tutmuş bir adam. Elbette büyük bir mimar, hatta muhteşem!
-Aferin Kaya, doğru cevap verdin. Bir basit soru daha geliyor; bilirsen seni haftanın en başarılı öğrencisi ilan edeceğim; soru şu: Mimar Sinan, niçin büyük bir mimardır, senin tâbirle niçin muhteşem?
-...!
-İyi de öğretmenim, ben mimar değilim, sanat tarihçisi hiç değilim; Mimar Sinan'ın büyük mimar olduğunu her yerde duyduk, öğrendik ama niçin büyük olduğunu ben bilemem.
-Kim bilir?
-Ne bileyim, işin uzmanları vardır, onlar bilir herhalde?
-Otur Kaya, sıfır!
-Ama haksızlık yapıyorsunuz öğretmenim, bir soru daha sorun bari?
-Peki Kaya; bana Mimar Sinan'dan başka iki mimar adı daha söyleyebilir misin?
-Eski mi, yeni mi?
-Fark etmez, söyle kâfi!
-Birisi halamın büyük oğlu Necdet Abi var, o; öteki...
-Yabancı mimar da olabilir Kaya, biliyorsan söyleyebilirsin...
-Biliyorum aslında, dilimin ucunda ama gelmiyor işte, öğretmenim Necdet Abi'ye telefon etme hakkımı kullanabilir miyim?

Adem Güneş - 4+4+4 ve çocuk gelinler riski

Adem Güneş adem.gunes@aksiyon.com.tr
         4+4+4 ve çocuk gelinler riski
Sayı: 925 / Tarih : 05-03-2012
Bizim zamanımızda ilkokul 5 yıldı. Sonra ortaokul geliyordu 3 yıl. Ve ardından 3 yıl da lise… Sonra üniversite sınavına giriliyordu.

Bu durumda eğitim 5+3+3 idi… Bunun ilk 5 yılı mecburi, geri kalanlar ise anne babanın insafına terk edilmişti…

Aileler devlet ile yaka paça olmamak için çocuklarına ilk 5 yıllık eğitimi aldırdıktan sonra bir ara karar alarak “Tamam mı, devam mı?” sorusuna cevap vererek çocuklarının geleceğini şekillendiriyorlardı.

Kendi dönemimden çok iyi hatırlıyorum ki kırsal kesimde birçok çocuk ilkokuldan sonra “kurbanlık koyun” gibi kendileri hakkında ailelerinin alacağı kararı bekliyordu. Hele kız çocukları, ilkokuldan sonra okutulmama riskinin stresini çeken en belirgin kitleyi oluşturuyordu…

A. Turan Alkan - Çakma din!






A. Turan Alkan
Çakma din!









T24 Sitesi'ndeki haberi, diğer haber kanallarında göremedim:

Üç büyük (?) İstanbul takımından birinin taraftarları, "Bu mıntıkada sadece bizim takımın şampiyonluğunu kutlarız" gerekçesiyle semtin kalabalık güzergâhlarında nöbet tutmuşlar; kendilerine "Dağılsanız iyi olur, niçin toplandınız?" diye sual eden güvenlik görevlilerine de, "Size ne yahu, biz kendi takımımızın kazandığı dördüncülüğü kutluyoruz" diye mizah yükü yüksek bir cevap vermişler. Haberin fotoğrafı da var. Polis hadiseye dikkat kesilip tedbir almış, buna rağmen tatsızlıklar çıkmış.

Nevzat Turhan - Üç yuva yıkıcı: İçki, kumar ve iç mimar!

Üç yuva yıkıcı: İçki, kumar ve iç mimar!Üç yuva yıkıcı: İçki, kumar ve iç mimar! 

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

  • Haber 7        30 Temmuz 2012 

Mobilya mağazasında kocası ile kavga eden çarşaflı kadını düşündükten sonra bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. Sade yaşamanın güzelliğini kaybeden bir kültür bizim kültürümüz olmazdı.

İç mimari mesleği ile uğraşanlar yanlış anlamasınlar ancak mesleklerinin bazı risklerini onlara anlatmak istiyorum.
Özellikle iç mimari ve tasarım üretiminde önde olan İtalya, İspanya’nın süratle krize yönelmesi bazı sosyal hastalıkları bize hatırlattı.
Bu üç sosyal hastalık aile de ve ülke de ekonominin çöküşünün görünmeyen psikososyal nedenidir.
Batının  “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” hastalıkları çöküşün işaretleri olarak düşünülmelidir. Bu sosyal hastalık belirtileri bizde de çokça rastlanır oldu.
Zevkçiliği, bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu hiçbir aile mutlu olamaz, hiçbir kurum devam edemez ve hiçbir toplum ayakta kalamaz.
Bu üç hastalığın sonucu
İnsanların tembelleşmesi, lüks ve eğlencenin yüceltilmesi, görev ve sorumluluk duygusunda azalma olması, israfın, aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini yitirmesi, bencilliğin teşvik edilmesi sonucu toplum da bazı değerler geriler.
Sevgi, saygı, güven, merhamet ve sorumluluk değerleri zarar görür.
Halkın düzene sevgi ve güveninin zayıflaması ile birlikte toplumda adalet ve dürüstlük duygusunun gerilemesi sonucu gelir dağılımının bozulması ortaya çıkar.

Yılmaz Özdil - Şey kitap şekerim...

Yilmaz Ozdil @ SABAH





Şey kitap şekerim...

Eurovision şarkımız belli oldu...
Shake it up şekerim.
Ne şiş yandı, ne kebap yani.
Türkçe mi olsun, İngilizce mi, derken...
Türkilizce oldu.



Ama küçük bir pürüz var.



Sabah gazetesi, "salla şekerim" diye tercüme etmiş, shake it up şekerim'i.
Hürriyet, "çalkala şekerim" demiş.
Milliyet, "yukarı salla şekerim."
Posta, "çalkala salla şekerim."
Akşam, "salla çalkala şekerim."