Halep... Ah Halep!..
Eskiden Halep deyince aklıma kumaşlar, çarşılar, bezirganlar,
kervanlar, yollar ve zenginlik gelirdi. 2012’de artık kurşunlar,
havanlar, toplar ve gülleler geliyor. Ve sonra düşünüyorum, bir zamanlar
Halep’te Sargon (M.Ö. 2334 – 2279) diye biri yaşamıştı.
Yeryüzündeki
ilk imparatorluğu (Akad devleti) kuran ve kendisine evrenin kralı diyen
adam. Mezopotamya’nın bereketli topraklarına hükmediyordu ve Halep’te
ilk ayak izlerini o bıraktı. Ardından, Hz. İbrahim’in kutlu adımları
geldi Halep’e; Hanif dininin vahdet ışıklarını yaymak için. Sonra
Hititler, Asurlular, Mittaniler, Persler ve Büyük İskender. Ve Allah
elçisi Zekeriya’nın kabrini buraya kazan Romalılar. Ardından Sasani,
Arap ve Emeviler… Derken Haçlı kuşatmaları. Yollar hep Halep’e uğradı,
yollar hep Halep’ten uğradı. Doğunun bütün ticareti, ipek yolları hep
burada kervanlandı, merkezlendi. Ve elbette Halep krallar için iştah
kabartan bir şehir oldu. Halep’te çakılan kazık çürümez dediler bu
yüzden, nasıl olsa yeni gelen onu hemen sökecekti. Moğollar, Çerakise,
Timur, derken Yavuz Sultan Selim Han’a uzandı zaman (1516) ve kazıklar
çürüdü, zaman demlendi. Ama bu sefer de insan dışı istilalar başladı.
Birkaç veba salgını, birkaç büyük yangın, derken yeniden imar olunan bir
şehir. Artık müziği, mutfağı, mimari ve yerleşimiyle Şam’ın değil
Urfa’nın, Halep’in, Antakya’nın bir benzeri, belki Konya, İstanbul ve
Bursa’nın harmanlanışıydı. Ve 1920’de önce Fransız işgali, ardından…
Gecenin karanlığını kurşunların savurduğu, yoksul akşamları top mermilerinin delik deşik ettiği, bebeklerin saniye aralıklarında ölüme vardığı Halep, hemen şu yanı başımızdaki yurt, kulak verseniz güllelerin sesini işitebileceğiniz şu şehir, biliyor musunuz, 500 yıldan ziyade sizin hatıralarınızı biriktirmişti. Büyük dedelerinizden biri ya tacir olarak, ya hacı olarak, ya seyyah veya asker olarak Halep’te Hz. İbrahim’in veya Timur’un ayak izlerine basmıştı. Bugün Halep’te bir evin duvarı yıkılsa, bir kulenin taşı yerinden oynasa, bir çeşmenin suyu çekilse aslında yıkılan, sarsılan ve suyu çekilen bina sizin yüreklerinizden başkası değildir. Çünkü Halep Osmanlı demektir; Türk demek, Türkmen demektir. Orada kurşunların deldiği duvarlar ya Hüsrev Paşa Camii’nin kubbesine, ya Mehmet Paşa külliyesinin bacasına, ya Gümrük Han’ın dükkânlarından birine, ya Behram Paşa imaretinin ocağına, yahut İpşir Paşa mahallesinin çeşmesine dokunur. Orada savrulan kurşunlar, atalarımızın kurduğu atölyelerin, sebillerin, imaretlerin, yol ve meydanların ruhuna dokunur. Âşık Ömer’in “İşte geldim gidiyorum/Şen olasın Halep şehri” mısralarının ahengine, Emrah’ın Halep’te aradığı sevgilisinin teninin rengine, Aslı’nın aşk ateşiyle yanan Kerem’in küllerine dokunur. Orada her bir kurşun Türk’ün, Türkmen’in ciğerine dokunur. Çünkü Halep biraz da Nesimi demektir, tasavvuf demektir, Batınilik demektir. Belki biraz Kanuni ile Matrakçı Nasuh, ihtişamı boyayan kalem demektir, nakış demektir. Tarihleri karıştırsanız kumaş ve üretim demektir, yönetim ve imar demektir, taşın zarafeti ve şehrin estetik boyutu demektir. Halep, IV. Murat ile pazu kuvveti, Evliya Çelebi ile seyahat ve nükte demektir. Ve elbette şair Nabi dilinden gazel demektir, şarkı demek, mesnevi demektir. Çünkü söyler: “(İstanbul’dan sonra) daha küçük sayılacak bir Halep şehridir ki, orası kadar rahat ve huzura münasip bir şehir bulunamaz. Gerçekten de Halep birçok şehirlerin yüzsuyudur. Şanı yüce ve üstelik oldukça mamur bir kenttir. Orası Hint, Firenk ve Maçin ülkelerinin ele geçirmek için can attıkları, yeryüzünün en ileri gelen ticaret merkezlerinden biridir. Orada renk renk kıymetli kumaşlar bulunur. Oranın nimeti, malı ve varlığı boldur. Hele hele havası ve suyunun gönül çekiciliği yok mu?.. Ya o şehrin kurulu olduğu mevki ve ah o nehrin geçtiği yerler…”[1]
Halep için atalarımız Halebü’ş-şehba (Sütbeyazı Halep) derlerdi. İlk kez orayı gören bütün gözlerin, ihtişamlı kalesi ve onu sarıp sarmalayan taş evleriyle keskin güneş ışığının altında bir vaha, bir serinlik hissi edindiğini ve hiç unutmayacağı bir resim olarak zihinlere öylece kazındığını seyyahlar yazarlar. Hepsi süt rengi taşlardan bina olunan camileri, kiliseleri, hanları, çarşı ve evleriyle bir kademeler ve tenasüpler şehri.
Halep dört bin yıllık tarihi boyunca hep kervanları konaklatmış, ticaret yollarına hükmetmiş, coğrafyada daha büyük şehirler kurulduğu vakit bile en büyük pazar olma vasfını hiç yitirmemiş, İslamiyet döneminde sürre alayları ve hac kervanlarının da uğrağı olmuş hatıralar hazinesidir. Yüzyıllar boyunca Halep çarşısında kızıl altınlar döven ustalar, sohbete “İstanbul batsa Halep onu yeniden çıkarır” diye başlarlarmış. O bereket, mermiler arasında kalmamak için acaba nerelere saklanmıştır şimdi dersiniz?
Ah Halep!.. Bereketi ve bolluğu harman eyleyen Halep!.. Sana kurşunlar değil, telli duvaklı tenezzühler yakışırdı.
[1] Lîk andan küçücek şehr-i Halep / Yokdur âsâyişe andan enseb // Hak budur âb-ı rûy-ı büldândur / Hayli ma’mûre-i âlî-şândur // Muksıd-ı Hind ü Firenk ü Mâçîn / Bender-i mu’teber-i rûy-ı zemîn / Bulınur emtia-i gûn-â-gûn // Ni’met ü mâl u menâli efzûn // Bâ-husûs âb u hevâsı dil-keş / Sâha-i nehr ü binâsı dil-keş (Hayriye-i Nabi’den)
Gecenin karanlığını kurşunların savurduğu, yoksul akşamları top mermilerinin delik deşik ettiği, bebeklerin saniye aralıklarında ölüme vardığı Halep, hemen şu yanı başımızdaki yurt, kulak verseniz güllelerin sesini işitebileceğiniz şu şehir, biliyor musunuz, 500 yıldan ziyade sizin hatıralarınızı biriktirmişti. Büyük dedelerinizden biri ya tacir olarak, ya hacı olarak, ya seyyah veya asker olarak Halep’te Hz. İbrahim’in veya Timur’un ayak izlerine basmıştı. Bugün Halep’te bir evin duvarı yıkılsa, bir kulenin taşı yerinden oynasa, bir çeşmenin suyu çekilse aslında yıkılan, sarsılan ve suyu çekilen bina sizin yüreklerinizden başkası değildir. Çünkü Halep Osmanlı demektir; Türk demek, Türkmen demektir. Orada kurşunların deldiği duvarlar ya Hüsrev Paşa Camii’nin kubbesine, ya Mehmet Paşa külliyesinin bacasına, ya Gümrük Han’ın dükkânlarından birine, ya Behram Paşa imaretinin ocağına, yahut İpşir Paşa mahallesinin çeşmesine dokunur. Orada savrulan kurşunlar, atalarımızın kurduğu atölyelerin, sebillerin, imaretlerin, yol ve meydanların ruhuna dokunur. Âşık Ömer’in “İşte geldim gidiyorum/Şen olasın Halep şehri” mısralarının ahengine, Emrah’ın Halep’te aradığı sevgilisinin teninin rengine, Aslı’nın aşk ateşiyle yanan Kerem’in küllerine dokunur. Orada her bir kurşun Türk’ün, Türkmen’in ciğerine dokunur. Çünkü Halep biraz da Nesimi demektir, tasavvuf demektir, Batınilik demektir. Belki biraz Kanuni ile Matrakçı Nasuh, ihtişamı boyayan kalem demektir, nakış demektir. Tarihleri karıştırsanız kumaş ve üretim demektir, yönetim ve imar demektir, taşın zarafeti ve şehrin estetik boyutu demektir. Halep, IV. Murat ile pazu kuvveti, Evliya Çelebi ile seyahat ve nükte demektir. Ve elbette şair Nabi dilinden gazel demektir, şarkı demek, mesnevi demektir. Çünkü söyler: “(İstanbul’dan sonra) daha küçük sayılacak bir Halep şehridir ki, orası kadar rahat ve huzura münasip bir şehir bulunamaz. Gerçekten de Halep birçok şehirlerin yüzsuyudur. Şanı yüce ve üstelik oldukça mamur bir kenttir. Orası Hint, Firenk ve Maçin ülkelerinin ele geçirmek için can attıkları, yeryüzünün en ileri gelen ticaret merkezlerinden biridir. Orada renk renk kıymetli kumaşlar bulunur. Oranın nimeti, malı ve varlığı boldur. Hele hele havası ve suyunun gönül çekiciliği yok mu?.. Ya o şehrin kurulu olduğu mevki ve ah o nehrin geçtiği yerler…”[1]
Halep için atalarımız Halebü’ş-şehba (Sütbeyazı Halep) derlerdi. İlk kez orayı gören bütün gözlerin, ihtişamlı kalesi ve onu sarıp sarmalayan taş evleriyle keskin güneş ışığının altında bir vaha, bir serinlik hissi edindiğini ve hiç unutmayacağı bir resim olarak zihinlere öylece kazındığını seyyahlar yazarlar. Hepsi süt rengi taşlardan bina olunan camileri, kiliseleri, hanları, çarşı ve evleriyle bir kademeler ve tenasüpler şehri.
Halep dört bin yıllık tarihi boyunca hep kervanları konaklatmış, ticaret yollarına hükmetmiş, coğrafyada daha büyük şehirler kurulduğu vakit bile en büyük pazar olma vasfını hiç yitirmemiş, İslamiyet döneminde sürre alayları ve hac kervanlarının da uğrağı olmuş hatıralar hazinesidir. Yüzyıllar boyunca Halep çarşısında kızıl altınlar döven ustalar, sohbete “İstanbul batsa Halep onu yeniden çıkarır” diye başlarlarmış. O bereket, mermiler arasında kalmamak için acaba nerelere saklanmıştır şimdi dersiniz?
Ah Halep!.. Bereketi ve bolluğu harman eyleyen Halep!.. Sana kurşunlar değil, telli duvaklı tenezzühler yakışırdı.
[1] Lîk andan küçücek şehr-i Halep / Yokdur âsâyişe andan enseb // Hak budur âb-ı rûy-ı büldândur / Hayli ma’mûre-i âlî-şândur // Muksıd-ı Hind ü Firenk ü Mâçîn / Bender-i mu’teber-i rûy-ı zemîn / Bulınur emtia-i gûn-â-gûn // Ni’met ü mâl u menâli efzûn // Bâ-husûs âb u hevâsı dil-keş / Sâha-i nehr ü binâsı dil-keş (Hayriye-i Nabi’den)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder