Ahmet Altan
Kâinat ve tanrı
Bazen oluyor.
Bir şey seyrediyorsunuz ve sizi saran gerçeklik birden
yıkılıyor, hayatın gündelik akışı anlamını yitiriyor.
Bir tesadüf eseri dün ünlü fizikçi Hawking’in “evreni
tanrı mı yarattı” sorusunu tartıştığı bir programı izledim.
“Bu koca kainat kimin eseri” sorusunun cevabını arıyor ve
sorudan soruya geçiyordu.
Bunu da benim gibi cahiller daha iyi anlasın diye bir
yemeği tarif eder gibi tarif ediyordu, “Bir evren yapmak için maddeye, enerjiye
ve büyük bir genişliğe ihtiyaç var” diyordu.
Sonra Einstein’ın ünlü formülüne geliyordu.
“Einstein maddeyle enerjinin bir paranın iki yüzü gibi
olduğunu buldu, madde enerjiye dönüşebiliyordu.”
Böyle olunca kainatı yapmak için ihtiyaç duyulanlar ikiye
iniyordu, madde ve boşluk
Maddeyi büyük bir boşlukta enerjiye dönüştürdüğünüzde bir
“kainat” yaratabiliyordunuz.
Sonra o kaçınılmaz soruyu soruyordu:
“Maddeyi kim enerjiye çevirip kainatı yarattı?”
Kibarca devam ediyordu, “Kimsenin inancına saygısızlık
etmek istemem ama bunu yapmak için bir tanrıya ihtiyaç yok”.
Neden tanrıya ihtiyaç yok sorusunun cevabını da şöyle
veriyordu:
“Enerjiye dönüşebilecek olan atomaltı parçacıklarının
rastgele ortaya çıkıp, rastgele kaybolduklarını keşfettik. Bu parçacıklar büyük
patlama dediğimiz anda enerjiye dönüşerek kainatı oluşturdular. Bunun için
tanrıya ihtiyaçları yoktu.”
Bu işleri iyi bilenler benim anlatımımdaki cehaleti
affetsinler, teknik hatalar yapıyorsam da genelde söylediği buydu.
En azından maddenin bir tanrıya ihtiyaç duymadan ortaya
çıkıp enerjiye dönüşerek kainatı oluşturacağını öylesine açık söyledi ki ben
bile net bir şekilde anladım.
Bütün kainat, tanrıya ihtiyaç bırakmayacak şekilde,
Einstein’ın E=Mc2 formülüyle açıklanabiliyordu.
Küçücük bir formül sırları çözüyordu.
Maddenin enerjiye dönüşebildiğini keşfettiğinizde kainatın
önemli bir sırrını çözmüş oluyordunuz.
Daha sonra “yıldızların nasıl oluştuğunu” anlatan başka
bir belgesel izledim.
Kainatın içindeki o milyarlarca yıldız, o rengarenk ahenk
aslında hep aynı olayın tekrarından ibaretti, büyük bir ısının içinde birbirine
çarpan helyum atomları yıldızları meydana getiriyordu.
Yıldızların ortaya çıkışı aslında hep aynı olayın
tekrarıyla mümkün olduğundan, İngiltere’deki bir laboratuarda her gün yeni
“yıldızlar” yapıyorlardı.
Bunlar “minicik” yıldızlardı ama o kocaman yıldızların
bütün özelliklerini taşıyorlardı.
Kainata yalnızca maddeden, yıldızlardan, ısıdan, ışıktan
baktığınızda, kainatın rastgele ortaya çıkan maddeciklerin enerjiye
dönüşmesiyle yaratılmış olabileceğini söyleyen teori, bütün basitliğine rağmen
ikna edici bir sahiciliğe de sahipti.
Bütün kainat neticede tek bir formüldü.
Ve, o formülün tekrarından ibaretti.
Benim aklıma takılan soru başkaydı.
Einstein’ın o kısacık formülü ile muhteşem sonsuzluğu,
olağanüstü kainatın yaradılışını anlayabiliyorduk.
Ama koca kainatı açıklayan formül tek bir insanı bile
açıklamaya yetmiyordu.
İnsandan geçtim sıradan bir canlıyı bile açıklamıyordu
benim anladığım kadarıyla.
Bir canlının “gözünün” oluşumu bir yıldızın oluşumundan
çok daha karmaşıktı.
Kılcal damarların haritası, yıldız haritalarından daha
giriftti.
Madde enerjiye dönüştüğünde büyük bir kainat, galaksiler,
güneş sistemleri, yıldızlar, gezegenler bütün haşmetleriyle ortaya
çıkabiliyordu, çeşitli atomların ve atomaltı parçacıklarının belli bir hızda
birbirlerine çarpmaları ışıklar ve alevler içinde yıldızları oluşturuyordu ama
bir insan beynini aynı yöntemlerle yaratamıyordunuz.
Kainatın ve yıldızların oluşumu laboratuarlarda yeniden
canlandırılıyordu ama atomlarla, ışıklarla, ısılarla “yeni bir düşünce”
yaratmak imkansızdı.
Görkemli bir şeydi kainat ama o “kainatı” kavrayan,
sırrını çözen “düşüncenin” yanında gene de sönük kalıyordu.
Her deneyde aynı sonucu veren “yıldızlara” kıyasla her
deneyde başka sonuçlar veren “duygular”çok daha anlaşılmazdı.
Kainatı anlayabiliyorduk, insanı anlayamıyorduk.
Bu milyarlarca galaksiyi “rastgele bir maddenin enerjiye
dönüşümüyle” açıklamak mümkündü ama o kainatın bir köşesinde, küçücük bir
gezegenin üzerinde bedenleriyle, düşünceleriyle, duygularıyla kainattan da
girift olan insanların nasıl ve niye yaratıldığını anlamak, bunu herhangi bir
formülle, herhangi bir varsayımla açıklamak mümkün olmuyordu.
Muhteşem ve sonsuz kainat “tek bir patlamayla” bir anda
oluşabiliyordu ama bir insanı “tek bir patlamayla” bir anda yaratamıyordunuz.
Sonsuzluğun o korkunç genişliğiyle, yıldızların
milyonlarca yıl süren yaşamlarıyla kıyaslandığında çok zavallı kalan, çok kısa
sürede varlıkları tükenen insanlar nasıl oluyordu da bütün zavallılıklarına
karşın kainattan daha anlaşılmaz, daha karanlık, daha çözülmez bir karmaşaya
sahiptiler.
Tanrı var mı yok mu bilmiyorum ama onu aramak isteyen
sonsuzlukta, galaksilerde, güneşlerde, yıldızlarda değil, insanda aramalı
bence.
Sır, insanda çünkü.
Ahmet Altan - Taraf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder